BLOGGER TEMPLATES AND TWITTER BACKGROUNDS

10 Ocak 2011 Pazartesi

sanatta yaratıcılık, illüzyon ve langer

umut dalga geçersen öldürürm ha

SUSANNE LANGER’A GÖRE YARATICILIK KAVRAMI, İLLÜZYON

“Olağanüstü ve kaba saba büyüsüyle bana güzel illüzyonlar yaşatabilen dioramalara gitmek istiyorum. En güzel hayallerimin sanatsal bir biçimde ifade edildiği ve trajik bir biçimde bir araya getirildiği tiyatro dekorlarını izlemeyi tercih ederim. Bütün bu şeyler sahte olduğu için, gerçeğe çok daha yakındırlar, oysa tam da yalan söylemeyi bir kenara bıraktıkları için, peyzajların çoğu yalancıdır.”

Baudelaire

Langer, yazınlarında dilin yetersiz kaldığı yerlerde sanatın ne kadar da etkili bir ifade aracı olduğundan bahseder. Öncelikle dilin, insanların geliştirmiş olduğu en önemli anlaşım ve ifade araçlarından biri olduğunun altını çizer. İnsan, dil vasıtasıyla fikir olarak adlandırdığı soyut şeyleri kavrayabilmektedir ve algılar dünyasını tarif ederken de dili kullanmaktadır. Ayrıca algı, dilin yanında sanat içinde önemli bir kavramdır. Birçok düşünürün algıyı geri plana atmasının aksine, Arnheim şu sözlerle algının önemini vurgular: “Sanatlar, algıya dayandıkları için ihmal ediliyor, algı da düşünce içermediği varsayımı ile küçük görülüyor. Aslında eğitimciler ve yöneticiler güzel sanatların, algısal bileşeni güçlendiren en güçlü araçlar olduklarını ve tabii, algısal bileşen olmaksızın herhangi bir alanda üretken bir düşünce geliştirmenin imkânsız olduğunu anlamadıkları sürece, müfredatta sanatlara önemli bir yer vermeyi haklı çıkaramazlar. Sanatların ihmal edilmesi, duyuların akademik çalışmanın her alanından yaygın biçimde kapı dışarı edilmesinin en somut belirtisidir.” (Arnheim,2007;17) İnci San, “Sanat Eğitimi Kuramları” isimli kitabında, Daucher ve Seitz’in “duyusallık” üstünde ısrarla durduklarından bahseder. “Daucher ve Seitz’in bildirişim kuramından çıkarak yaptıkları belirlemeye göre, duyular bildirişimleri (information) toplayan kanallardır.” (San,1983;43) Görme, dokunma, tat ve koku alma, işitme duyuları sayesinde bilgiler toplanır ve yaratım süreci algı sayesinde başlamış olur.

Dil ve sanatın ortak paydada buluştuğu başka bir nokta da ikisinin de sembollerin oluşturulmasından geçmesidir. Semboller soyut düşünmenin yolunu açar. Soyutlama yetisi insanları diğer canlılardan ayırır. İşaretleri, algılananları sembollere dönüştürmek ve sembollerle düşünmek insana has bir şeydir. Arnheim soyutlamayı şöyle tanımlar: “Üretken ya da merkezi öznitelikler ile rastlantısal ya da çevresel öz nitelikler arasındaki ayrım, üretken soyutlamanın doğasının aydınlatılmasını sağlar. Fakat daha ileri gidip geleneksel yaklaşımın ötesine geçmek, tikel özelliklerin toplanmasıyla değil, yapısal özelliklerin betimlenmesiyle ilgilendiğimizi unutmamak gerekiyor. Bir kişinin soğukluğu, bir sobanın ya da ayın soğukluğu gibi kendi başına bir özellik değildir. Kişiye özgü davranışın birçok yönünü etkileyen kapsayıcı bir niteliktir.” (Arnheim,2007;198) Langer tam bu noktada, sanatın sistematik olmadığına, mantıksal forma sahip olmadığına değinir. Mantıksal form, kavramsal, zihinsel, soyut ve görünmezdir. Sanatın soyutlaması ise tersine bir süreci içinde barındırır. Bilimdeki soyutlama da sanattakinde farklı bir şekilde işlemektedir. Söylemsel dilin, mantığın hâkim olduğu durumlardaki soyutlama; somut deneyimden soyuta geçişle olmaktadır. Bu genelleme süreci ile gerçekleşmektedir. Örnek vermek gerekirse, ağaç kavramı dünyada var olan tüm ağaçlar için geçerlidir. Bu bir tür genelleme, bir tür soyutlamadır. Ağaç, aynı türden olan her şeyin yerine geçmektedir. Aslında bilim, somutla uğraştığında bile soyut olmaktadır. Mona Lisa olmasaydı, o tablo yapılmamış olacaktı. Yani sanatta, oluşan imgelerin yerine geçebileceği tek tek olgular yoktur. Kullandığı ortak unsurlar vardır fakat bilim ile sanatın soyutlama yöntemleri birbirlerinden farklıdır. Sanatta yapılan soyutlama, kaynağından ayrılmaz. Kaynağındaki imge ile sıkı bağlara sahiptir. Dildeki soyutlama ise farklıdır. Bilimdeki, ağaç genellemesi gibi, sistematiktir. Belli bir yapısı vardır. Rene Pellet somut olanın soyut olarak algılanmasına dair süreci şu şekilde anlatmaktadır: “Zihin, somut temsillerin dışında düşünebildiği, yani algısal olarak verili olan ya da hatırlanan şeye dayalı bir destek olmaksızın yaratabildiği zaman, soyutlama sözcüğünü en yüksek anlamıyla anlamış olacağız.” (Arnheim,2007;177) Dilde soyutlama sözcüklerle yapılırken, sanatta imgelerle yapılır. “Bilindiği gibi, sanatçının bilincinde özel bir dünya oluşur ilkin, bu dünya, gerçekliğin şu ya da bu yanlarını sanatsal imgelerle kalıplar. Ama bu dünyanın okura, seyirciye ve dinleyiciye ulaşabilmesi için maddesel bir yapı ile nesnelleşmiş olması gerekir. Demek sanatsal düşüncenin maddeselleşmesi, tıpkı insanın düşünsel etkinliğinin diğer biçimlerinin nesnelleşmesinde olduğu gibi. <İmgelerle yürütülen düşüncenin> göstergeler dizgesi biçiminde organlaşıp kurulmasının, sanatın bildirişim işlevi bakımından büyük önemi vardır.”(Ziss,2009;99) Ziss ve Langer imgelerin yaratım sürecindeki konusunda aynı fikirdedirler. Sembolik dönüştürme imgelerin oluşmasına katkıda bulunmaktadır. Dil bunu belli bir noktaya kadar yapmaktadır, sınırları vardır. Dilin yetersiz kaldığı yerde devreye sanat girmektedir. Zaten Langer, duyular yoluyla oluşan temelinde algısal biçimler ve imgeler olan simgesel malzemenin, olağan duyulardan elde edilen deneyimlerin soyutlamaya simgesel malzemeler aracılığı ile dönüştüğünün altını çizer.

Langer’ın yaratım kavramını daha iyi anlayabilmek için ayakkabı ve sanat eserini karşılaştırdığı kısma yakından bakmak gerekmektedir. Ayakkabı deri parçalarının bir araya getirilmesi ile yapılır. Deri, doğada bulunan, daha önce de orda olan, hayvanlardan elde edilen, işlenmiş parçalardır. Tıpkı resimdeki pigmentlerin olması gibi. Ayakkabının özel bir kullanım yeri ve bir işlevi vardır. Resim, tuval üzerine pigmentlerin uygulanması ile yapılır. Ancak resim sadece pigment ve tuval değildir. Bu süreçte ortaya çıkan resim uzamsal bir yapıdadır. Uzamın kendisi, görünür renk ve hacimleri içinde barındırmaktadır. Ama resimdeki uzam ve resimdeki nesneler orada yoktur. O yüzden bir yaratımı oluşturmaktadır. Boyalar ve tuval resmin uzamında değildir, odanın uzamındadır. Yani, ayakkabı ile resim aynı uzamda bulunmamaktadır. Jean Mitry, “Sanatçılar ve Zanaatçılar” isimli yazısında konunun farklı bir boyutuna yaklaşıp zanaat ve sanat arasındaki farkı ifade etmektedir.

Film yapmak zor bir sanat olduğu kadar da kolay bir sanattır da. Hareketli görüntüleri kayda alan bu endüstri, önüne gelen herkesi sanatçı olarak görebilir. Çünkü teknik ve teknolojik getirinin avantajları kendiliğinden devreye girmektedir. Sonuç olarak yeteneksiz yönetmen adayları bile ortalama bir sanat eseri ortaya çıkarabilir. Zaten dekor, ışık, görüntü yönetimi, oyunculuk sıradan bir konu çevresinde bir araya getirildiğinde kötü bir sonuca ulaşmamaktadır. İşin özü, belli konularda uzmanlaşmış, belli bir eğitim sürecinden geçmiş, işinin ehli sanat, teknik, görüntü, oyuncu uzmanlarını amacına uygun şekilde kullanmayı bilmektir. Yönetmenlik budur. Mitry, sorunun yönetmen ile teknik ile ilgilenen teknisyenlerin birbirine karıştırılmasından ileri geldiğini söyler. “Yönetmen bir kaydırma istediğinde şaryoyu kaydırmak teknisyenlerin işidir. Bunun neden yapıldığını sormak onlara düşmez. Yönetmen her şeyi bilmek zorundadır. Niçin sorusunun yanıtıysa estetiğin alanına ya da arı kuram alanına girmektedir yoksa, kesinlikle pratik bir mesleğin alanına değil. Yönetmenin bunu bilmesi için on yıl asistanlık yapmış olması gerekmez. En azından daha önceden zorunlu kuramsal verilere sahip olma koşuluyla bu böyledir. Keman çalmasını bilmeden de insan orkestra şefi olabilir, ancak armoni ve kontrapunto bilmeden bu işi yapabilmek mümkün değildir. Bu kuramsa on beş günde öğrenilmez.” (Mitry,1987;63)

Langer yaratıcılık sürecinde başka bir önemli kavramdan bahseder: İllüzyon. Langer’ın bu kavramdan bahsettiği ve kitabı yayınladığı yıl 1957’dir. O, illüzyon kavramını daha saf ve el değmemiş bir şekilde betimlenmiştir. İllüzyon, sanattaki en önemli ilkelerden biridir, görünür hale getirmenin soyutlamanın aracıdır. Soyutlamanın en iyi yolu da, görünüşten başka bir şey olmayan veri oluşturmaktır. İllüzyon, aynı anda görselin soyutlanmasını ve soyut bir şekilde sürece devam edilmesini sağlamaktadır. İllüzyon yaratan sanatçı, yaratılan eserin her şeyiyle algılanmasını sağlar ve eserdeki tüm unsurları soyutlamış olur. Yaratılan zahiri uzam görselliğe bağlanır. Bu şekilde elde edilen soyutlama, matematik ve bilimdekinden çok farklıdır. France Farago şöyle demektedir: “Sanatçı daima belli simülakrdan yola çıkar ve bu simülakr örneğin marangozun yatağıyla onun sanatsal öngörüsü arasında konumlanmıştır. Platon buna adını verir. Fakat sanatçı simülakrdan göz aldatıcı bir şey yaratmamalıdır. Yapılması gereken, salt maddi bir yaratım değil, rasyonel bir yorumdur.” (Farago,2006;38) Yani soyutlamaya dayalı, işlenmiş yeniden yorumlanmış bir gerçeklik yaratmak. Tolstoy’un da dediği gibi, “Sanatçı, hayatı şu ya da bu şekilde anlamaktan öte, hayata anlam verir. Gerçek olanı bir dereceye kadar yazıp geçer ve asıl olması gerekene doğru ilerler.” (Tolstoy,1992;62)

Baudrillard ise illüzyonu, Langer’ın temsilinden çok farklı bir şekilde anlatmış, anlamının değiştiğini, sadece sanat alanında değil, siyasetin, kültürün, teknolojinin illüzyonunu yitirdiğini ve artık hiçbirinin hiçbir anlam taşımadığını, kitlelerin ürünü olduğunu vurgulamıştır. Baudrillard, 18. Yüzyılın sonlarına kadar Barok tiyatronun bir illüzyon sanatı olduğunu ama 20. Yüzyılda ortaya çıkan natüralist akımla bu özelliğini yitirdiğini, yansıma kuramına dayanarak gerçekliğin aynası olmaya çalıştığından söz etmiştir. İllüzyon üretmeyen sanatlara sıcak bakmamıştır. “Sanat; içinde yaşanan dünyayı almalı ve onu değiştirip dönüştürüp başka kılık ve kıyafetlere büründürerek yepyeni bambaşka bir şekilde sunmalıdır. Gerçek ya da gerçekliği birebir üretme çabasında olan yaklaşım ona göre illüzyondan yoksun bir yeniden üretimden başka bir şey değildir.” (Adanır,2008;39) Baudrillard, illüzyon kavramının oluşmasında temel kavram olan gerçeklik ilkesinin, ilk darbeyi 1929 yılında yaşanan ekonomik buhranla almış olduğunu ikinci darbeyi de 1968 yılında yaşanan olaylarla almış olduğunu söyler. Gerçekliğe inen bu darbe, illüzyonun yapısını da derinlemesine sarsmış, sanatın kolektif bir birlikteliği zorunlu kılan yapısı zarar görmüştür. Eskiden biçim/içerik ilişkisinin zorunlu sonucu olan illüzyon, salt bir teknoloji ürününe dönüşmüş ve illüzyon olma niteliğini tamamıyla kaybetmiştir.

HANDE ZERKİN

2009780001

FİLM TASARIMI

KAYNAKÇA:

· RUDOLF ARNHEIM,GÖRSEL DÜŞÜNME,2007

· INCI SAN, SANAT EĞİTİMİ KURAMLARI, 1983

· AVNER ZISS,ESTETİK,2009

· JEAN MİTRY,SANATÇILAR VE ZANAATÇILAR,ADAM SANAT DERGİSİ,1987

· FRANCE FARAGO, SANAT, 2006

· TOLSTOY, SANAT NEDİR, 1992

· OĞUZ ADANIR, SİMÜLASYON KURAMI ÜZERİNE NOTLAR SÖYLEŞİLER, 2008

0 yorum:

Yorum Gönder