BLOGGER TEMPLATES AND TWITTER BACKGROUNDS

26 Aralık 2010 Pazar

Baudrillard'ın sanat ve teknoloji hakkındaki görüşleri ile ilgili

SİNEMADA YARATICILIK VE SİMÜLASYON DERSİM İÇİN; NESNELER SİSTEMİ, TÜKETİM TOPLUMU, GÖSTERGE EKONOMİ POLİTİĞİ HAKKINDABİR ELEŞTİRİ İSİMLİ KİTAPLARDAN, BAUDRILLARD'IN SANAT VE TEKNOLOJİ KAVRAMLARI İLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİNİN SENTEZİNİ İÇEREN ÖDEVİM.

Herhalde insanoğlu, sanayileşme ile gelen devrimin insanlığı böyle bir dünya içinde yaşamaya mahkûm bırakacağını algılayabilseydi, çok özendiği ve olmak istediği ilkel toplumlara bu yolla ulaşamayacağını idrak edebilseydi, belki de kendini hiçbir zaman son kırk yıldır hissettiği kadar yalnız, çaresiz, terk edilmiş hissetmeyecekti. İnsanlık bu çaresizlik, terk edilmişlik ve yalnızlığı fark etmek istemediği gibi âdeta bundan zevk almaktadır. Çünkü gelişen teknoloji adı altında dayatılan sanayileşmenin bir sonucu olan teknik gelişme insanlığa “otomatikleşme” dışında hiçbir şey sunamamaktadır. Gelişmiş görünen teknoloji, ekonomik ve politik güçleri elinde bulunduran egemen ideoloji ve sistemin izin verdiği ölçüde toplumlara “şey”leri sunmaktadır. Zaten gelişiyor gibi görünen teknoloji de 1940’lı yıllardan sonra durmuş olan teknolojik yeterliliğin ötesine geçememektedir.

Baudrillard’ın teknoloji ile ilgili düşünceleri içerisinde otomatikleşme çok önemli bir yer tutmaktadır. Teknik yan anlamın bir sonucu olan otomatikleşme, elde edilen mekanik başarının en önemli kavramı olmakla birlikte modern nesnenin kendini nimetten sanmasına yol açan inandırıcılıktan uzak bir sonuçtur.

Merdaneli çamaşır makinelerinin, artık tek bir düğme ile tüm süreçleri yerine getirebilen çamaşır makinelerine dönüşmesi; merdanelinin demode, diğerinin ise modern olarak algılanmasına yol açmaktadır. Aslında bu modernlik, birçok yapısal eksikliği gizlemeye yönelik bir eğilimdir. Burada unutulmaması gereken diğer bir nokta da, otomatikleşen nesnenin daha kırılgan ve pahalı bir hale geliyor oluşudur. Aslında burada trajik olan dayanıksız nesneler değildir, çekici olanın bu dayanıksızlık olmasıdır. Eğer insan bir an durup çevresindeki hiçbir nesnenin bozulmadığını ve bozulmayacağını düşleyecek olursa, bu onu daha büyük bir psikolojik çıkmaza sürükleyecektir. Çünkü kusursuz düzen ölü bir düzendir. İnsansa yaşadığının, cinselliğinin iğdiş edilmediğinin her an ona hatırlatılmasını istemektedir. Bu yüzden ufak bir hata, bozukluk, yanlışlık ona üzüntüden çok adeta keyif vermektedir.

Otomatikleşmenin getirdiği diğer bir yanılsama da, otomatikleşen nesnenin kusursuzmuş gibi görünmesidir. Hâlbuki bir makinenin otomatikleşmesi, onun bazı işlevlerinden feragat etmesi demektir. Yararlı bir nesnenin otomatikleşmesi ona tek tip bir işlevin yüklenmesini ve onun daha kolay bozulacak bir hale gelmesini betimler. Tek tip işlev yüklenen nesne, kendisinden beklenen diğer görevleri yerine getiremez. Kısaca, otomatikleşme insanlık için teknik bir duraksama olarak yorumlanabilir. Ayrıca bu kavram insanla nesne arasında çözülemez bir ilişki kurulmasına neden olmaktadır. Otomatikleşen nesne insan tarafından “büyülü bir nesne” gibi algılanmakta, tek bir dokunuşla harekete geçen makineler elle yapılabilecek tüm işlemleri yerine getirmekte, tüm nesneler kendi kendilerine çalışabilmektedir. Yani, insana özgü üstyapısal işlevlerle –zihinsel özerklik, denetleme gücü - karşılaşılmaktadır. Çünkü insan otomatikleştirmeyi arzulamaktadır.

Otomatikleşmenin cinnet boyutlarına vardığının en güzel kanıtı “gadget”lardır. Ayrıca gadget teknolojinin durduğunun, yerinde saydığının en güzel kanıtıdır. Gadget adı altında her türlü ihtiyaca uygun nesne üretilmekte, evler, odalar, büfeler gadget müzeleri olarak insan hayatının vazgeçilmez alanlarını oluşturmaktadır. Artık her ihtiyaca cevap verebilen bir makine vardır. İnsanlar için psikolojik, teknik, gerekli, gereksiz ihtiyaçlar yaratılıp bunlara uygun gadget’lar evlerde kendilerini bekleyen yeri almaktadır.

Teknoloji, bir ilerlemeyi beraberinde getirse bile bu gelişime uyan ahlak üretimi ve gerçeklik ilkesi görünümü tam tersi bir yol kat etmektedir. Bu ahlaki durgunluk, teknolojinin “tek güvenilir yol” ve toplum için belirleyici bir süreç olarak algılanmasına yol açmakta, üretim düzeninin aklanmasını sağlamaktadır. Aslında burada, bu iki sürecin birbiriyle işbirliği içinde olduğu görülmektedir. Gelişmenin inandırıcı olması, ahlakın durgunluğu ile orantılıdır. İnsanlığın son iki yüzyıl içinde oluşturmuş olduğu, toplumsal, kültürel, ekonomik, politik bir yaşamdan söz edilmesine olanak veren gerçeklik ilkesi ise anlamını yitirmiş olan bir diğer kavramdır. Yetmişli yıllarla birlikte içi boşalan bu kavram, yaşamın yeniden üretilmekten başka bir seçeneğe sahip olmamasına mahkûm edilmiştir. Şüphesiz gerçekliğin anlamını yitirmesinde teknolojik gelişmenin büyük bir payı vardır. Böyle büyülü nesneler yaratabilen insanın, kolektif amaçlarından saptıktan sonra, nesneler üzerinde bazı değişiklikler yapıp yeni teknolojilermiş gibi bireysel amaçları doğrultusunda üretime girmesi pek de şaşılacak bir şey olmasa gerek.

Kitle iletişim araçları teknolojik gelişmenin bir başka önemli sonucudur. İnsanlar istedikleri her an, her yerde, her koşulda “gerçekliğe” ulaşabilmekte ve onun üretilmesine katkıda bulunabilmektedir. Kitle iletişim araçlarının en önemli silahı olan televizyon kurgulanmış gerçeğe ulaşmada birincil araçlardandır. İnsanlar gerçeğin yaratılmasına bu araçla şahit olmakta, televizyon kumandası ile diğer bir gerçeğe istedikleri an geçiş yapabilmektedirler. K.İ.A insanlara kurgulanmış gerçekliğin yanında hissizliği de vaat etmektedir. Bir savaş görüntüsü ya da kolu kopmuş bir çocuğun görüntüsünden sonra gelen bulaşık deterjanı reklamı ya da bir haber arasına sokuşturulan yoksulluk yardım kampanyası insanda, ikisi arasında ayrımı yapılamayan aynı duyguyu hissetmesine sebebiyet vermektedir.

Aslında bu gelişme başka bir şeyi karşılamaktadır: psikolojik ihtiyaçlar. Teknoloji, moda ve önüne geçilemeyen tüketim düzenine boyun eğmekte ve kendini insanlara sadece saygınlık, rahatlık, konfor sağlayan araçların üretimine adamaktadır. Baudrillard bunun yazgısal bir şey olabileceği üstünde durur. Belki de belli bir teknolojik gelişmenin üstüne çıkan insanoğlu birincil gereksinimlerini karşıladıktan sonra, asıl gereksinim duyulan şeyin nesnelerin gerçek işlevlerinden çok bilinçaltı kaynaklı ihtiyaçlardır.

Baudrillard’ın sanat üzerine söylemlerinde üzerinde durduğu en önemli kavram ise yitirilmiş olan “illüzyon” kavramıdır. Kendileriyle ve toplumları ile ilgili tüm kolektif amaçları gerçekleştirmiş olan batı toplumları girdikleri kısır döngü ile birlikte bireysel amaçları gerçekleştirmeye yönelmiş bu süreç ile birlikte, politik, kültürel, siyasi, sanatsal üretimler illüzyonlarını yitirmiştir. Artık sanat, bakılan, üzerine düşünülen bir yaratıdan çok görsel anlamda tüketilip yok edilmeye, sonuna kadar bakılıp sergilenmeye, bu amaçla üretilen bir nesneye dönüştürülmüştür. Baudrillard modern sanat diye bir şeyin olmadığını söyler. Çünkü artık bir yaratıdan değil bir üretimden bahsedilmektedir. Sanat eserinin, gerçeklerin yorumlanıp tuvalde ya da sinema perdesinde gerçeğin temsili olmaktan çıkıp bir fabrika ürünü gibi üretilip raflarda yer aldığından bahseder. Bunun dönem içindeki en güzel örneklerinden biri, gösterime girdiği anla, tüm zamanların en iyi filmleri listelerinde yukarı sıralarda kendine yer bulmuş olan “Inception” filmidir. Bir filmin yapılması için gerekli olan her şeye sahip – yönetmen, görüntü yönetmeni, muhteşem oyunculuklar, kusursuz sanat yönetimi ve efektler, prodüksiyon – ama bir filmin esasında barındırması gereken en önemli şeye sahip olmayan bir ürün olmanın ötesine geçememiş bir film. Filmin içeriğine bakıldığında ve üstüne biraz düşünüldüğünde ortaya çıkan sonuç filmin bir konuya ve bir illüzyona sahip olmadığıdır. Rüyalarda insanların en gizli sırlarını çalmakla ve insanların beyinlerine bir fikri rüyada ekmekle ilgili bir hikâyeyi konu edinen film, görsel üstünlüğün ve teknik başarının ötesinde izleyiciye hiçbir şey sunmamaktadır. Zaten anlamını yitirmiş ya da hiçbir anlama sahip olmayan imgelere delice bir hareketlilik kazandırarak, bir araya gelmeyecek kavramları bir araya getirerek, illüzyonu zayıflatmaktan başka hiçbir şey yapmamaktadır. Halbuki burada önemli ya da gerçek olan, içinde yaşanılan çağın anlamsızlıklarından anlamsızlık üreterek bu dünyanın, çağın anlamsızlığını sorgulayan insanlığa hipergerçekliğin çağın gerçekliği olduğunu vurgulayan yönetmenlerin filmlerinde yatmaktadır: Antonioni, Godard gibi.

Sanat artık estetik ötesi bir aşamaya geçmiştir, sahip olduğu ayrıcalıklı kimliği yitirmiştir ve artık ona yeniden sahip olabilmesi imkansız hale gelmiştir. Bu yüzden her yerde sanat adı altında sunulan temsillerle karşılaşılmaktadır: sokaklarda, konserve kutularında, bir kase içinde sunulan dışkıda… Ve sanat moda, reklam, kitle iletişim araçları sayesinde yok olup gitmek yerine hiyerarşinin her kesimine yayılmış bulunmaktadır. Bu yayılma şu şekilde gerçekleşmektedir: Baudrillard’ın Modeller ve Seriler bölümünde değindiği gibi, ikisini kapsayan süreç nesnenin birincil işlevi düzeyinde değil, ikincil işlev düzeyinde yani kişiselleştirme sürecinde ortaya çıkmakta, nesne farklılıklar sistemi üzerine oturtulmaktadır. Hiyerarşinin her kesiminden her insan, sanat eserinin kopyasına o ya da bu şekilde sahip olabilmektedir. Bu sahip olabilme, statü özlemiyle açıklanabilir. Hiyerarşinin üst kesimindeki insanlar modellere sahip olabilmekte ve bu onlara bir ayrıcalık, bir özgünlük katmakta, hiyerarşinin alt kısımdaki insanlar ise bunların seri halde üretilip kısa ömürlü ve modaya boyun eğmiş olan seri temsillerine sahip olabilmektedir. Sonucunda bir tablo; yaratıcının imzası sayesinde özgün bir nesneye, bir modele dönüşmesidir. Tablo bu imza ile birlikte kültürel bir nesneye dönüşmekte, birden fazla anlam yüklenme gayreti içine girilmektedir. Yapıttan alınan estetik haz ile yapıtın ayrımlayıcı anlamları birbirine karışmaktadır ve bu onun bir tüketim nesnesine dönüştüğünün en güzel kanıtıdır.

0 yorum:

Yorum Gönder